Neşe Düzel, Neyi Düzeltir?

12 Aralık 2004

Doğan Medya, yine çok tartışılacak bir haber-röportaja imza attı. Neşe Düzel, Radikal’de(6 Aralık 2004) bu kez iki kitap yazmış entelektüel bir işçiyle sendikacılığın sorunlarını tartıştı. Bugünlerde tekelci medya, dört bir koldan sendikaların üzerine gitmeye başladı. Sendikalarla ne alıp veremediklerini anlamak için fazla kafa yormaya gerek yok. Devlet, KİT’leri tasfiye etmek, özelleştirmek, KİT’lerden kurtulmak istiyor, bunun için gerekli kamuoyunun yaratılması görevi yine Aydın Doğan ve efradına düştü. Özelleştirme politikaları doğrultusunda en büyük engel sendikalardır, onları hırpalayarak, yıpratarak çaptan düşürmeye çalışıyorlar. Emekli işçi Mehmet Traş’ın söyledikleri yeni ve ilk kez söylenen şeyler değil ama niçin durduk yerde şimdi gündeme getiriliyor? Salt, gazetecilik olsun çuval dolsun diye olmasa gerek. Sendikalarımızın ahval-i umumisi, hiç mi hiç iç açıcı değil elbet, ama bu sorunları çözmenin yolu da demokratikleşme ve şeffaflaşma politikaları gerçekleştirebilen bir devlet modelinde olabilir ancak. Her kurumun ve kuruluşun karanlık olduğu bir ülkede, sendikalar mı şeffaf ve demokratik olacak, böyle bir ülkenin sendikaları nasıl başka türlü olabilir? Doğan Medya çok mu aydınlık ve pirü pak? Neşe Düzel, bir gün patronunu sorgulasın da alem gazetecilik görsün.

Sendika ağalığı diye bir şey varsa, bu sendikacıların hüneri değil, devletin sendikaların böyle olmasını sağlamak için yapmış olduklarıdır. Türk-İş adlı bir konfederasyon devlet tarafından kurulmadı mı? M. Traş da, 12 Eylül’den önce devletin DİSK’i hiçbir KİT’e sokmadığını söylüyor. Yapılan onca askeri müdahale, emek hareketini ezmek için yapılmadı mı? Sendikaların gerçekten işçilerin örgütü olmasına müsaade edildi mi? Sorun, sendikaların güçlü olması değil, güçsüz olmasıdır. Finansal açıdan sendikalar güçlü olmalı, işçileri eğitme konusunda, eylemlere taşıma konusunda, muhalif bir ses olma konusunda da vs. güçlü olmalıdır. Sendikaların hakikaten bir örgüt olması gerekiyor. Sendikaların sarı sendika olması için az mı operasyonlar yapıldı? Bunları görmezden gelirsek, haktan yana değil, güçten yana oluruz.

Kenan Evren, niçin sendika aidatlarının maaşlardan check-of sistemiyle değil de elden toplanmasını istedi? Bu ülkede sendikasız işçi miktarı sendikalı işçiden çok fazladır, bir de aidatları maaşlardan değil de elden toplamaya kalkarsanız, bu çok daha az örgütlülüğe götürür. Sanki karşımızda Batı Avrupa ülkeleri halkı gibi örgütlü olmayı bir hak olarak gören insanlarımız var da, sendikaya gidip kendiliğinden üye olacaklar, düzenli aidat ödeyecekler! Şimdi emek düşmanı Kenan Evren’i haklı gösteren bir konuma düşmek, hem de bir işçi için nasıl bir gaflettir? Sendikaların işçi sınıfını kontrol altında tutmak için var olduğunu biliyoruz, bunu ilk tespit eden elbet Mehmet Traş değil. Fakat, sendikaları böylesi sağ bir devlet jargonuyla harcarsak, daha beter bir hale sokarız.

 İşçilerin sendikalarını denetleyememesi, işçinin işçi olamamasından kaynaklanıyor, örgütlülüğe alışamamış, köy kökenli, sanayi devrimini yaşamamış bir toplumun işçi sınıfı, o ağalardan ziyade örgütlülüğün karşısında birinci dereceden bir engeldir. Aslında, sendikalarda seçimlerin bu kadar re-aktif olmasının en önemli nedeni, işçilerin kendi meselelerine sahip çıkmamalarıdır. 1989 sözleşmeleriyle birlikte, KİT’lerde çalışan işçilerle, diğer işçiler arasında uçurumlar oluşturuldu. Çünkü, hiçbir sendika, asgari ücrete göre ve diğer sendikaların sözleşmelerine göre ücretleri talep etmiyordu. Traş, sendikacıların yılda 6 ikramiye aldığını söylüyor, oysa bütün sendikalarda 2+4 diye bir ikramiye düzeni vardır, yani 6 ikramiye, halbuki özellikle Türk Metal sendikasının başlattığı ve işverenlerin balıklama atladığı kazanılmış hakların fiilen gasp edilmesi için yapılan manevralardan biri ikramiyelerin iptal edilmesiydi. Bu nasıl yapıldı? İşçilerin talepleri mesela %30 zam ise, işverenler bunu kabul etmeyip işçilerin ikramiyelerini maaşlara yansıtarak ikramiyeyi kaldırmış oldular. Bu sendikacıların işine geldi, işçilerden bir tepki gelmeyeceğini iyi biliyorlardı, görünürde %30 zam alınmıştı ama bir hakkı kaybetmişlerdi. Bu hakkın alınması için yıllarca mücadele edilmişti, mesela Altın boynuz direnişleri vb. Esas olan, ne kadar ikramiye almış olduğunuz değildir, bu bir haktır ve toplu sözleşmede bunun yer almasıdır.

Hatta M. Traş’ın dile getiremediğini söyleyeyim. Neşe Düzel’in zannettiği gibi sendikaların bütçesi devlet tarafından denetlenmiyor değil, her yıl müfettişler tarafından son kuruşuna kadar denetleniyor. Ancak, her konuda devlet büyük ortaktır, eğer sendikalarda milyarlarca dolar para suistimal ediliyorsa, devlet izin vermeden, göz yummadan, daha beteri bu balı birlikte yalamadan işler yürümez. Bunu tek başına yemeyi kimse cesaret edemez, aklından bile geçiremez. Sendikaların parasının niçin hesabı sorulamaz, çünkü devletin derin ihtiyaçlarının bir kısmı buralardan karşılanır. Aklınıza gelen her türlü açık ve gizli teşkilat sendikalardan ciddi oranlarda otlanır. Dolayısıyla, sendika yöneticilerine bu işler yaptırılıyorsa, arpalığın başında duranlar da biraz nasiplenecektir. Anormal olan hangisi? Entellektüel işçimiz Mehmet bey, bunları herkesten daha iyi bilir, yazacaksa bunları yazsın da AB uyum sürecine katkıda bulunsun di mi?

Eğer işyerlerinde örgütlü işçiler olsa, bu büyük zenginlik arpalık haline gelebilir miydi? Örgütlü işçi hakkını yedirmez. 1475 sayılı iş yasasının 13. maddesini esas alarak, 14. maddesinde gösterilmiş olan kıdem ve tazminatları 15. maddeye göre ödeyerek, işveren her yıl istediği kadar işçiyi işe alıyor, istediği vakit çıkarıyor. Hâlâ köylerden çok ucuz işgücü akıyor. KİT’lerde ilkokul mezunu dahi olmayan bir sürü insan çalışıyor denilmekte, bu lafı etme cehaleti ise ayrıca bir parodi malzemesi. Sorun bu insanların eğitim düzeyi değildir, ülkenin eğitime harcadığı bütçe belli, şimdi işçiye burun kıvırılıyor, size tahsilli işçiyi nereden ithal edelim? Okumuş kapıcı, bahçıvan, hamal, madenci var mı? Bu Batı’da da böyle değil mi? Paris’te, Londra’da sokakları süpürenler Sorbonne ya da Oxford mezunu mu? Sorun, bizim işçi sınıfının bir sınıf olduğunun farkında olup olmadığı, bir geleneğinin olup olmadığıdır.  Sendikaların bütçesindeki söz edilen o devasa paralar, bu ülkenin güdük işçi sınıfını her zaman parçalar. İşçiler bu sarı sendikalardan istifa etme haklarını kullanmışlar mı? Ederlerse, ne yapabileceklerini oturup düşünmüşler mi? Meşakkatli ama doğru yollar tercih edilmiş mi?

 Halk kitleleri ancak eylemlerin olduğu zaman yakalanabiliyor, bunu canlı tutabilmek için talepleri her zaman gündemde tutmak gerekiyor. 1989 eylemlerinde insanlarımızın açlık sorunu vardı, bu gündemde tutulmadı örneğin. Hiçbir sendika, Türk Metal sendikasının yaptığı toplu sözleşmeleri ciddi biçimde oturup incelemedi, neden? Bu mücadeleler, nostalji veya romans için mi yapılıyor?

 Neşe Düzel, Mehmet Traş’a soruyor, “Bunları anlattığınız için başınızın derde girebileceğini düşünüyor musunuz?”. E tabii, Petrol-İş sendikası üyesi olan bir kişi korkmaz, Türk Metal sendikasında olsaydı konuşsun da görelim, çünkü bu sendika yıllardan beri ülkücü kasttır. İdeolojik anlamda ülkücü demiyorum, mafyoso anlamda ülkücü bir sendikadır, şimdi oradan bir işçiyle veya eski bir sendikacıyla bir gazeteci konuşsun da görelim. Petrol-İş gibi bir sendikada, Türk Metal sendikasında olduğu gibi adama silah çekilmez, kimse vurulmamıştır. Örneğin, Nakliyat-İş’te daha bir ay önce iki işçi grubu birbirlerine girip kanlı bıçaklı kavgalar ettiler, bir tarafta işverenin desteklediği grup, diğer tarafta da işçilerin istediği ancak işverenin kabullenmek istemediği grup. Dolayısıyla Petrol-İş’te bu işler biraz daha mutedil gider, orada eğer bir de sol jargonu kullanabiliyorsanız, kimse size sorun çıkarmaz. Bugün, işçilerin gündeminde Kıbrıs sorunu, demokratik bir anayasa sorunu, Kürt sorunu diye bir şey yoktur, sendikaların dile getirmesi gereken o kadar çok sorun var ki, Kürt sorunu bunların içinden gündeme gelebilecek belki en son konudur. “Sıkıysa söylesinler” türünden bir tarzın ayağı yere basmıyor, zaten AB’ciler söylüyor, Roth’dan Verhaugen’e değin, Diyarbakır’da istediklerini ifade ediyorlar. Burada sendikalara söz sırası gelmiyor bile, eğer sendikacıların söyleyecekleri bir sözleri varsa, öncelikle kaybedilmiş haklarını dile getirmeliler. Evet, KİT’lerde ücretler yüksek görünüyor, yani diğer kesimlere göre yüksek, ama 2,5 milyar maaş aldığı söylenen bir işçi, ortalama 1.700 dolar maaş alıyor. 1979 yılında DİSK’e bağlı bir işçinin aldığı maaş da 1.700 veya 2.000 dolardı. Yoksulluk sınırının 1,5 milyar lira olduğunu da bu hükümetin hesap uzmanları açıklıyor, dolayısıyla bu ücret nasıl çok görünüyor? Sorun, bir işçinin neden 2.5 milyar maaş aldığı değildir, sorun neden bir rektörün, hekimin, öğretmenin, mühendisin, savcının bunun altında bir paraya çalıştırıldığıdır. Kabahat işçide midir? Ömrünün 15 ile 20 yılını okuyarak geçirmiş kimseleri 400-500 dolar karşılığında işe başlatmak gaddarlık değil midir? Suçlu tahsilsiz işçiler mi? Yoksa talihsiz okumuşlar mı?

Sahi, tekelci medya çalışanlarına ne kadar ücret veriyor, bunlar şeffaf mı? Program yapımcısına, spikere, yorumcuya, köşe yazarına verilenle, muhabirlere, kameramanlara, şoförlere verilen ücret nedir? Bu konu niçin çok mahrem bir konu olarak görülür?

KİT’lerin neden bu hale getirildiğinin kısa tarihi şöyledir, 1987 seçimlerinden sonra Özal ve avanesi, KİT’lerde kadrolaşmaya gitmek ve oy kazanabilmek için lüzumsuz yığınlarca adamı işe aldılar, bu doğru, işin bir yüzü bu, ancak tüm bunlara rağmen devletin hiçbir şekilde “bunlara şöyle bol keseden ödeyelim” diye bir tutumu yoktu. 1989 toplu sözleşmeleri öncesinde Özal’ın % 40’ın üzerinde bir zam vermeme eğilimi vardı, ama Cumhurbaşkanı olmak ve tek başına ANAP iktidarının sürebilmesi gibi bir amacı da vardı. Uygulamak istediği bir takım değişimler ve dönüşümler vardı, o dönemde bunlara karşı koyabilecek bir tek örgütlü güç olan sendikalar vardı. O dönemde Özal, bir nebze acemilik yaparak, 1980’lerin başından beri süregelen sendikaların yönetim kademelerindeki devlet hakimiyetini sürdürememişti ve bundan ötürü kendiliğinden gelişen işçi hareketleri başlamıştı. Bu eylemler, ANAP’a ve Özal’a zarar verecek, iktidar yollarını kaygan bir zemin haline getirecekti. 1980’den itibaren yapılmak istenen birçok şey vardı, bunları gerçekleştirecek kadrolar da bu partinin içindeydi. Muhalif hareketler güçlendiği zaman istediklerini gerçekleştiremeyeceklerinin farkındaydılar. O günlerdeki muhalif hareket küçümsenecek türden değildi ve bu muhalefet ANAP muhalefeti filan değildi, bir hak arama mücadelesiydi. O günlerde bütün KİT’lerde acil bir problem vardı, 11 ay çalıştırılıp bir ay izin verilen, bir ay sonra yeni iş akdiyle yeniden işe başlatılan işçiler vardı, böylece hiçbir kıdem tazminatı alamadan yıllar boyu ırgat olarak çalıştırıldı bu insanlar. 1979’dan 1989 yılına kadar her yıl işe girip çıkan bir yığın emekçi vardı, bunun dışında enflasyon o dönemde çok yüksekti, bundan dolayı birçok sendika Eylül ayında toplu sözleşme yapardı, -zaten 1 Temmuzda asgari ücret açıklanırdı- her defasında asgari ücret bu söz ettiğimiz çalışanların

-kaç yıllık işçi olursa olsun- maaşını geçerdi. KİT’lerde 1989’a kadar çalışanların ücreti, asgari ücret düzeyindedir. Bu gelirle hiçbir zaman geçinilemeyeceğine göre, ‘bıçağın kemiğe dayanma’ noktasına gelinmişti. Özal da bunu görüyordu, sorunlara karşı pansumancı yaklaşımlarla çözüm bulmaya gittiler. Şu anda Türk-İş başkanlar kurulu aracılığıyla toplu sözleşme görüşmelerinin yapılması geleneği o dönemlerde başlamıştı. Çünkü kontrol edemedikleri zaman gördüler ki, işçiler kendiliğinden harekete geçiyorlar. Bu kadar çok işçinin eyleme geçmesi (ortalama iki milyon iki yüz bin işçiden söz ediliyor) bunların aileleri ve çevresiyle birlikte oy potansiyelini düşünürsek, karşılarına çok büyük bir kitleyi almış oluyorlardı. Halbuki yapmak istedikleri bazı şeyler vardı, bunun için verilecek ödünler nedir? Ücretse ücret, buyurun. Ama bunları verirken başka şeyleri aldılar, 1991 sözleşmelerinde ise, birçok sendikada ikramiyeleri gasp ettiler. O dönemdeki ücretlerin üzerine enflasyon oranlarını eklediğimizde 1.700 dolara karşılık gelir, yani bugünkü 2,5 milyar liraya. Bugün ücretlerin, 1989’daki ücretlerle aynı düzeyde olması yanlış değil midir? Doğrusu, bundan da yüksek olmasıdır.

Gözlerden kaçırılan bir konu da şu, “Türkiye %10 büyüdü” deniyor, peki %10 büyüme ne demektir? Halkımızın hayat standardı yükselmiş midir? Kişi başına düşen protein tüketimi, kitap-gazete tüketimi, tatile çıkma oranı, sağlık hizmetlerinden yararlanma oranı, vd. yükselmiş midir? O halde neden bunca insan asgari ücrete talim ettiriliyor? 13-14 yaşındaki kızlarını sokak fuhuşuna zorlayan aileler, bu sektördeki 100 bin kadın, sayısı bilinemeyen travestiler, 30 bin tinerci çocuk, milyonlarca işsiz, çöplüklerden beslenenler, kaçakçılıkla, gayri meşru yollarla geçinenler ve daha akıl izan kabul etmez işler midir yoksa büyüme denilen? Bu nasıl bir büyümedir, izah edecek olan var mı?

Özelleştirme, kimlerin işine yarıyor, amaç nedir? Özelleştirme, Yeni Dünya Düzeninin en önemli enstrümanlarından birisidir. Yeni Dünya Düzenine karşı çıkacak kesimlere söylenebilecek en uygun, en yumuşak terim özelleştirmedir. Özelleştirme operasyonları daha önceden planlanıp pazarlanmaktadır. Uluslararası konsorsiyumlar örneğin Petkim’i almayı planlamışsa, bu arada Uzanlar’ın, sermayenin el değiştirme operasyonuna çomak sokmaya kalkışmaları, başlarına dert almaları için yeterlidir. Özelleştirmeden elde edilen gelirler nereye sarf edilmiştir, artı-değer nereye gidiyor? Sorgulamadığınız geliri halk olarak isteseniz ne olur, istemeseniz ne olur? Bugüne dek yapılan özelleştirmelerden elde edilen gelirler ne oldu acaba? Çalışanların cebine bir kuruş fazla para mı girmiştir? Vergilerde bir düşme mi olmuştur? 1980’den beri işgücünün saat başına düşen ücretini(dolar karşılığında) bir hesaplayalım, o yüksek denilenleri de hesaplayalım, bir düşüş mü olmuştur, yükselme mi? %10’luk büyümeden kimler nasiplenmiştir? Özelleştirmenin başımıza ne işler açtığının hesabını yapabilenler var mı?

Hüseyin Kaplan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir